prefabrik ev satışı fiyatları ile allah bize yeter89 sizlere bugün yarın diger günlerde bu yazıları yazan prefabrik ev satışı fiyatları diyorki Kâinat kitabının gece sayfasının böcekler paragrafındaki ses cümlesini tefsiri olan bu bahis, kor hâlindeki meşe kömürünün üzerine konan bakır demliklerde ağır ağır kaynayarak demini alan çaylar gelinceye kadar devam etti.
Önce nefis bir çay kokusu sardı havayı. Çaya hasret kalanlar, derin derin nefes alıp havayı içlerinde bir süre mtarak rayihayı ruhuna sindirmeye çalışırken, arkalarına yaslanıp keyifle çayını yudumlayarak manzarayı seyretmek isteyenler bazı ışıkları söndürünce talvar loşlaştı ve gece meclise fiilen hâkim oldu.
O zaman insanlar da etraftaki ağaçlar gibi âdeta hareketli birer siluet hâlini aldı. Kimi yüzünü semaya çevirip yıldızları seyre daldı, kimi mahmur bakışlarını dağda, bayırda, ovada gezdirdi. Kimi yeni doğan aydan yağan ışığın gümüşî aydınlığında nazarını durularken bazıları aralarında fısıldaşarak ta-hayyürlerini, tahassüllerini, tecessüslerini yanlarındakilerle paylaşmayı tercih ettiler.
Herkes, çok ender yaşanan böyle müstesna bir zamanda, okunan bahsin açtığı manevî menfezlerden bakarak derlediği gece güzelliklerini, ilerde hatıralarını süslemek maksadıyla
58/Allah Bize Yeter
hafızasına yerleştirmeye çalışırken, dışardan gelen arab ılıltüleri ve konuşmalar gecenin sesini bastırdı.
Geceyi kendince yaşamaya hazırlananlar çeşitli ses ve)^ reketlerle bu güıâiltüden rahatsız okluklarını anlatmaya çaj^ tılar. Maksatları sükûneti bozan bu gürültülerin kesilmç^ sağlamaktı ama kasabadan ziyaretçilerin geldiğini öğren^ toparlandılar ve aralarında onlara da yer açtılar.
Gelenlerin hâl ve hareketleri, orada olanlardan pek faridı değildi. Hepsi böyle hayat hâllerine aşina olduklarından bir-kaç dakika içinde kaynaşıverdiler. Çaylar tazelenirken de tanışma faslı başladı.
İlk olarak, tanışılmasın! isteyen kişi tanıttı kendisini. Oturduğu yerde hafifçe doğruldu; ismini, memleketini, mesleğini, yaşadığı yeri ve hizmet muhitini söyledi. Sonra sağdan devam ederek herkes sıra ile kendisini tanıttı.
Orada her şehirden olmasa bile her bölgeden, her meslekten, meşrepten ve gruptan insan vardı. Tanışırken kimse mensup olduğu cemaati söylemedi ama ziyarete gelenlerin hâl ve hareketlerinden belli bir gruba mensup olduklarının anlaşılması bazı arkadaşların dikkatini çekti. Bunu da biri açıkça seslendirdi.
“Hepiniz bir gruba mensupsunuz galiba.?”
Biraz erken sorulduğundan, gecenin ayazını hissedilir hâle getiren soru, sohbetin mecramın cemaati meselelere kaymasına sebep oldu. Orada olanlar soruyu normal karşılarken gelenler, böyle bir soru beklemediklerini ima edercesine merakla birbirlerine baktılar.
Meclise hükmeden tedirgin sessizliği, aralarındaki orta yaşlı kişinin bozması beklenirken nazarlar, bıyığı yeni terle-
miş bir delikanlıya döndü. Hareketlerinden, mensup olduğu grubun hizmetlerini kasabada yeni başlattığı anlaşılan genç, yaşından beklenmeyen bir olgunlukla gülümsedi.
“Biz bunu nazara vermek istemesek de vakıa öyle.”
“Kasabada diğer cemaatlere mensup insanlar var mı?”
“Var tabiî.”
“Hangilerinin var?”
“Ekseriyetinin hizmet merkezleri var. Dershanesi olmayanlar da kendilerine yakın buldukları gaiplann derslerine gidiyorlar.”
“Demek, Nur hizmeti burada da bir hayli hareketli.”
“Kasabada ilk dershane, Üstad Hazretleri hayatta iken açılmış. Zaman zaman sıkıntılar yaşansa da hiç kapanmamış.”
“Kaç tane medrese-i nuriye var.”
“Çoğu çok katlı ve mülk olmak üzere onlarca...”
Gencin tavrı, hareketleri ve cevapları, hislere sirayet eden tedirginliği dağıttı. Onlar bu olgun hava içinde kasabadaki Nur hizmetlerini ve cemaatı meseleleri konuşurken biraz kenarda kaldığım için konuşulanları tam dinleyemeyince, gay-riihtiyarî böyle konuşmalara sebep olan hadiseleri düşünmeye başladım.
Bunun için zihnim pek zorlanmadı. Çünkü birlikte olduğumuz Nur Talebelerinin arasında, memleket çapında hizmet veren büyük gurupların hepsine mensup insan vardı. Hepsinin hedefi İman-Kur’ân hizmeti, hareket noktası ve güç kaynağı da Bediüzzaman Said Nursî ile Risale-i Nur külliyatı idi. Zaten onları esas almayan bir gurup, öyle olduğunu iddia etse de Nur hareketi mensubu sayılmazdı.
Aslında ortada, Nur hareketi içindeki gruplan birb ayrı telakki ettirecek makul bir sebep yoktu. Grupiar'^''^ daki farklılıklar zahirî ve mevzi şeylerdi. Onların hiç grupların, birbirinden uzak durup katı tavırlar takınaraû^ tılaşmasını gerektirecek sebepler değildi.
Buna mukabil; birliği, beraberliği, uhuvveti, muavenç^ icap ettiren sebepler, manevî ve umumî değerlerdi. Onlardj eskiden olduğu gibi farklılıkları ayrılık sebebi değil birli);^ beraberlik vesilesi yapmaya yeterdi.
Hatta hareketin müessisi Said Nursî zamanında bile hizma gruplan arasında bazı telakki farklılıkları vardı. Fakat Üstad onları ayrı gmplar olarak görmemişti. Hafız Ali nin grubuna Nur Fabrikası, Hüsrev Efendinin ekibine Gül Fabrikası ismim vermiş ve birbirlerine yardım etmeleri gerektiğini hatırlatmıştı.
Kendisinin, “Hafız Ali ile Hüsrev’in birbirleriyle ciddî bir muavenet içinde kardeşlik irtibatları, Risale-i îhlâs’ın tam sırrına mahzar olduğunuzu bana ihsas etti, ümitlerimi fevkalâde kuvvetlendirdi.” diyerek ifade ettiği gibi onlar da birbirlerine yardım etmeyi hizmetin esası saymışlar ve ona göre hareket etmişlerdi.
Zamanla sayıları bir hayli artan hizmet guruplarının da aynı şekilde hareket etmemeleri mümkündü. Lâkin nifak mihraklarının tahriki ve beşerî zaafların tazyiki ile araya şahsî im-tizaçsızlıklar ve hissî mülâhazalar girince ortaya bu iftirakı tablo çıkmıştı.
Gerçi cemaatler arasında kin ve adavet yoktu ama muhab bet, uhuvvet, muavenet bağlan da yoktu. Grupların arasınd: hiçbir bağın olmaması, bazı menfi bağların olmasından dah; kötüydü. Çünkü o zaman hepsi birbirini yok sayıyor ve on
Allah Bize Yeter \ 61
lan ademe mahkûm ederek sadece kendi yaptığı hizmeti makbul addediyordu.
O sırada, bu tablonun daha ne kadar devam edeceği so-aısu takıldı aklıma. Müzakere meclisini nazara alınca değişme zamanının geldiğine hükmediyordu insan. Kasabada yaşanan hadiselere bakınca ise bir süre daha devam edeceği kanaati hâsıl oluyordu. Bu hüküm ve kanaat arasında karar veımeye çalışırken, arkadaşlardan birinin kasabalı gence sorduğu soru beni tekrar sohbetin içine çekti.
“Kasabanın nüfusu ne kadar?”
“Otuz kırk bin civarında.”
“Ahali cemaatten haberdar mı?”
“Ekseriyeti haberdardır, onların da çoğu dosttur.”
“Ya ehl-i hizmet olanlar?”
“Onların sayısı binde bir mesabesindedir.”
“Yani otuz kırk kişi.”
Arkadaş son cümleyi, bu sayıyı çok az bulduğunu ifade eden bir ses tonu ile söyleyince genç cevap vermedi. Aşağı yukarı manasına gelecek şekilde başını salladı. Konuşmaların iki kişi arasında cereyan etmesinden rahatsız olanlar bu sükût anını fırsat bilerek hareketlendiler.
Ben de hareketlenenler arasındaydım. Cemaatler üzerine yapılan sohbetin, ümitsizliği tedai ettirecek böyle bir hava içinde bitmesinin, bilhassa kasabadan gelen ziyaretçiler üzerinde Nur hareketinin geleceği hakkında menfî bir kanaatin doğmasına sebep olacağını düşünerek müdahil olma ihtiyacı hissettim.
“Siz bir kasabada otuz kırk hizmet ehli insanın bulunmasını az mı göıüyorsunuz?”
“Az değil ama o kadar çok da sayılmaz. ”
“Neye göre çok sayılmaz?”
“Kasabanın nüfusuna göre.”
“Ben burada bulunan otuz kırk kişinin yalnız kasab.
ğil, bütün şehre yeteceğini düşünüyorum.”
“Neye dayanarak söylüyorsun bunu?”
“Keyfiyetin gücünü nazara alarak...”
Kemiyet ve keyfiyet kelimeleri Nur hareketi mensubu in. sanlar için yeni tabirler değildi. Herkes her zaman kulJannıa. sa bile kullanıldığı zaman manaya yabancı kalmazdı. Burada da öyle oldu. Ben kelimelerden birini güç, kuwet tabirleri ile birlilcte kullanınca herkes durup düşünmeye başladı.
İfadeyi ben telaffuz ettiğim hâlde bir an tereddüt edince, bazı tarihî hadiseler canlandı zihnimde. Tarih boyunca meydanları dolduran kalabalıklara hep keyfiyet gücüne sahip olan az sayıdaki insan yön vermişti.
Bediüzzaman’da Van’da kaldığı yıllarda “Akdamar Ada-sı’nı bana verseler, orada on senede elli talebe yetiştirsem, İslâm’ı dünyaya hâkim kılarım.” diyerek keyfiyetin gücüne dikkat çekmişti.
Herkes böyle murakabe ve mukayeselere dalmış olmalı ki, bu seferki sessizlik biraz uzun sürdü. Oluğun şırıltısı eşliğinde yükselen tabiî sesler tekrar duyuldu. Zihinler üzerlerindeki fikrî ağırlığın, o seslerle hafifleşeceği esnada araya yine arkadaşın sorusu girdi.
“Ya kemiyet?”
“Bediüzzaman ‘Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı’ der.
Allah Bize Yeter \ 63
“Onun gücü yok mu hiç?”
“Var elbette. Lâkin o güç ancak keyfiyetin rehberliğinde hareket ederse tesirli olur.”
“Şu anda her cemaat müstakil hareket ediyor. Keyfiyet nasıl teşekkül edecek?”
“Aralanndaki kardeşlik bağlan arttırılarak...”
“Uzak bir ihtimal.”
“Uzak değil yakın.”
“Bazı mahallerde öyle olsa da cemiyeti ihata etmez.”
“Eder.”
“Nasıl edecek?”
“Şayet o otuz kırk kişi ‘hakiki sırr-ı ihlâs ile’ hareket eder, birbirine kıymet verir, kuvve-i manevîye olursa, orada teşekkül edecek keyfiyetin gücü sadece içinde bulunduğu mahalle, mensup olduğu cemaate münhasır kalmaz cemiyeti, milleti ve âlem-i İslâm’ı da sarar.”
“Yani ‘Üç elif ittihat etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adedi-yet ile ittihat etse, yüz on bir kıymet alır.’ öyle mi?”
“Aynen öyle.”
“Peki, ne zaman olacak bütün bunlar?”
“Onlar şahs-ı manevî oldukları zaman.”
Allah Bize Yeter \ 67
“Ey Risale-i Nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları!
Sizler ve bizler insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin azalarıyız.”
Bir tarif, tavsif ve tavzif manası var bu hitapta. İslâm âlemini, “insan-ı kâmil ismine layık bir şahs-ı manevî” tabiri ile tarif eden Said Nursî, Nur Talebelerine ve dinî cemaatlere, böyle hitap ederek o manevî şahsiyetin azası olup bünyesinde yer almaları gerektiğini hatırlatmak istemişti.
Zira o, her hâli ile bir insan-ı kâmildi. Yaşadığı zamanda şahsına münhasır hususiyetleri ile İslâm’ın şahs-ı manevîsini temsil ettiğinden, tağunların zuhuru zamanında ortadan kaldırılmak istenen şeair-i İslâmiyeyi, tağutların şiddetli hücumlarına hayatı pahasına mukavemet ederek yaşayıp yaşatmıştı.
Onun vefatından sonra, talebelerine tevarüs etmişti bu kudsî vazife. Onlar da ortaya çıkan meseleleri aralarında istişare ederek çözme cihetine gitmişler, ihtilâllerin ağır şartlarına ve ihtilâlcilerin dehşetli baskılarına, zulümlerine rağmen, birbirlerinden güç alarak İslâm’ın şahs-ı manevîsini başarı ile temsil etmişlerdi.
Zamanla ortaya çıkan farklı siyasî temayülleri fırsat bilen bazı çevreler, menfur emellerini gerçekleştirmek maksadıyla harekete geçince başlamıştı bu manevî şahsiyetteki çözülme
68/Allah Bize Yeter
temayülü. Siyasî kanaat farklılıkları cemaatlere de s edince İslâm’ın şahs-ı manevîsi zaafa uğramıştı.
Bunun üzerine Nur Talebeleri cemaatin birliğini, bütüni ğünü korumak için Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini teşei; kül ettirmişler ve cemiyeti meydana getiren İçtimaî unsurlar la, o manevî şahsiyet adına muhatap olmuşlardı.
Onlar da tıpkı Bediüzzaman gibi Müslümanları ilgilendi-ren meselelere, cemiyete tesir eden hadiselere hep müspeı hareket ölçüleri içinde mukavemet etmişler ve isabetli teşhisler, tesirli çareler ortaya koyarak ekser siyasî partiler, dinî cemaatler ve fikir grupları tarafından takdir edilmişlerdi.
Bu sayede siyasetin işleyişine ve cemiyetin gidişatına da tesir eden Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi, zaman içinde güçlenerek İslâm’ın manevî şahsiyetini tekrar teşekkül ettirecek bir çekirdek hususiyeti kazanmaya başlamıştı.
Yetmişli yılların sonlarına doğm siyasî hayatın istikrara kavuşması, Ayasofya’nın minarelerinde Ezan-ı Muhammedî’nin (asm) okunması, caminin bir bölümünün ibadete açılması, Hırka-i Saadet dairesinde Kur’ân tilâvetinin başlaması, hanımlara başörtüleri ile okuyup çalışma imkânı verilmesi gibi şeair-i İslâmiye sayılan meselelerde görülen gelişmeler hep o müspet hareket anlayışı sayesinde sağlanmıştı.
12 Eylül 1980 tarihinde yapılan Kemalist ihtilâl, ülkedeki fikir gruplan ve dinî cemaatlerle birlikte Nur hareketine de darbe vurmuştu. Neticede pek çok grup ve cemaat varhğmın sebebi olan esaslardan uzaklaşırken birliğin, bütünlüğün, uhuvvetin, kardeşliğin tecessümü sayılan Nurculuk da ağır yara almıştı.
“Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has şakirtlerin şahs-ı manevîsi ‘ferit’ makamına maz-
Allah Bize Yeter \ 69
har olduklan için, değil hususi bir memleketin kutbu, belki ekseriyetle Hicaz’da bulunan kutb-u azamin tasaraıfundan hariç oldukları gibi, onun hükmü altına girmeye mecbur değil.”
Nur hareketinin bazı has şakirtlerinin, Bediüzzaman’ın; mezkûr sözünde makam olarak ifade ettiği “ferit” kelimesinin farklı manalarını yaşama cihetine gitmiş olmalarıydı bu yaralanışın asıl sebebi.
“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan ders alıp ders veren kuv-ve-i kudsiye sahibi büyük zat” demekti ferit. Nur Talebeleri, “Bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye” olan Risale-i Nur’dan ders alıp ders verdikleri için kelimenin bu manasını hakkıyla yaşamışlardı.
Fakat “ferit” kelimesinin “yalnız, münferit, kendi başına hareket eden kimse” gibi manaları da olduğundan, bazı has şakirtler o hâlleri fikren olmasa bile fiilen yaşama temayülü içine girince zaman içinde Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi zayıflamıştı.
Zaman geçtikçe hadiselerin heyecanı azalması gereken, araya bazı tahrik edici unsurların girmesi neticesinde o zaaf hâli daha da artmış ve bazı cemaatlerin içinden daha küçük yeni gurupların çıkmasına sebep olmuştu.
Çiftlik evinde devam eden okuma programı sırasında şahs-ı manevî üzerine yapılan son müzakerede, söz gmplara ayrılmanın manevî şahsiyeti zayıflatması meselesinde düğümlenip kalınca bir arkadaşın itirazı, orada da yeni bir gruplaşma başlattı.
“Müstakil hareket etmek uzuv olmanın gereğidir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder